Vestiyerdeki işi hallettikten sonra salona doğru ilerliyoruz. Konser sold-out, kalabalığın bilincindeyiz. Salonda, dev KOVL backdrop’unu aydınlatan ışıklar dışında, karanlık, sis ve yüzlerce insan var. DJ İpek İpekçioğlu’nun seti bitmiş, yüzlerce insan ekibi bekliyor. Eğer bir turneye başlayacaksanız herhalde böyle bir atmosferde çalmak istersiniz. Biletini bir seneyi aşkın süre önce aldığımız konserde neler olacağını merak ediyoruz. Her şey birkaç dakika sonra başlayacak.
Mekanda çalan ilk Ankaralı kim?
Ezhel’in mahallesindeyiz; Neukölln’ün kuzeyinde, Kreuzberg sınırındaki Huxleys Neue Welt, aslında Berlin için tarihi sayılabilecek bir mekan. “Jimnastiğin Babası” Friedrich Ludwig Jahn’ın ilk açıkhava jimnastik salonunu kurduğu Volkspark Hasenheide’ın hemen yanındaki bu venue, 19. yüzyıldan beri türlü şekillerde sahne sanatlarına, konserlere, spor organizasyonlarına ve etkinliklere ev sahipliği yapıyor. Salonlar defalarca kez kapanıp tekrar açılsa da, yapılar ve etkinliklerin temaları değişse de Neue Welt sahne sanatlarının en önemli isimlerini ağırlamış: Patti Smith, Whitesnake, Dire Straits, Iggy Pop, Judas Priest ve hatta Jimi Hendrix bu isimlerden sadece birkaçı… Konu Ezhel olunca burada sahne alan iki isim her şeyi daha da ilginçleştiriyor: Peter Tosh ve The Clash. Yani teknik olarak o mekanda çalan ilk Ankaralı Joe Strummer!
Barın önünde kendimize bir yer bulabiliyoruz. Zeynep, Ulya Hanım’ın Aydın Mutlu‘nun yanında olduğu söylüyor. Salonu inceleyip, kitleyi anlamaya çalışırken, ışıklar yanıp sönüyor; herkesin gözü sahnede. Kırmızı spotlar yanıyor ve seyirciden sesler yükselmeye başlıyor. Önce Artz ve Bugy sonra Mehmet sahnenin solunda gözüküyor. Intro için Ezhel parçalarından ve remix’lerinden kesitler ile küçük bir set yapıyorlar. Herkesin telefonları kayıtta, “Hayrola” çalarken şarkı kesiliyor, sonra müzik tekrar başlıyor ve Ezhel siyahlar içinde sahnede!
Şarkı sonunda ışıklar bu kez seyirciyi de aydınlatıyor. Ezhel, hem Türkçe hem Almanca anonslar ile seyirciyi selamlıyor. Depremden dolayı iptal edilen turnenin ilk konserinde orada olan seyirciye teşekkür edip devam ediyor, “Ama bugün de güzel bir gün, Cumhuriyetimizin 100. yıl dönümü. Dilerim hep beraber nice yüz yıllara mutluluk içerisinde gideriz. Sizleri seviyorum, hoşgeldiniz.” Ardından Müptezhel’den “Benim Derdim”, “Derman”, “Bazen” ve “Küvet” geliyor.
Seyirci giderek ısınırken Ezhel “Parçayı dinlediniz mi?” diye soruyor. “Margiela”nın beat çalmaya başlıyor; wash led barın mavi ışıkları, sis ile kırılan kırmızı spotlar ile sahneyi mor ve lacivert renklere boyuyor. Tam olarak “Dinero’larımla dolu bu tarjeta” cümlesi ile bütün sahne tekrar kırmıza dönüyor. Tam bu noktada Aydın Mutlu’ya ayrı bir bölüm açmak gerek. Hem açıkhavada hem de kapalı venue’ler için tasarladığı sahneleri defalarca görmüş biri olarak, onun işleri ve -kelimenin gerçek anlamıyla performansı- oldukça hoşuma gidiyor. Klişeleşmiş bir prodüksiyondan ziyade yaklaşımı, bütün bir konser deneyimine etki ediyor. Özellikle atmosfer için kullandığı basit gözükebilecek bir kurulum bile performans sırasında seyirciyi bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde etkiliyor. Örneğin; havada asılı duran haze’in içerisinden geçen lazerin kırılımıyla oluşan 3 boyutlu soyut şekiller bile bütün görselliğe -ve dolayısıyla deneyime- ekstra bir katman ekliyor.
Artık herkes iyiden iyiye kendini akışa bırakıyor. Barda sıraya giriyorum. Ekip sahnede gayet iyi, ses sistemi üzmüyor; performans hakkında birilerinden, özellikle de Türkçe bilmeyen birilerinden, fikir almak istiyorum. Barmenlerin de keyifinin yerinde olduğunu fark ediyorum etrafımda o an için Türkçe bilmeyen tek örneklem bu iki kişi. Siparişimi alırken konserin nasıl gittiğini soruyorum. Barmen gülümseyerek Almanca bir şeyler söyleyip dans etmeye devam ediyor. Onlar da kendilerini akışa bırakıyorlar.
Ezhel şarkı aralarında yine Türkçe ve Almanca cümleler ile seyirciyle iletişim kuruyor. O mekandaki herkes, orada olanları yaşarken tabii ki dünyada olan bitenlerin de farkında. Ezhel, “Umarım dünyanın şu günleri güzel geçer. Umarım kimse mayrig’inden, annesinden ayrı kalmaz.” diyor, FOH’u işaret ederek “Bugün annem de burada.” Seyircinin alkışları arasında, sola dönerek Ulya Hanım’ı görmeye çalışıyoruz, tabii ki pek mümkün değil.
Birkaç kişiyle başlayan “Ezhel bizi pavyona götür!” tezahüratı sırasında Zeynep’e “Hayır, daha erken. Çalmazlar, yanlış yerde başladılar.” diyorum. Erken olması konusunda haklı olsam da gelecek doğaçlama performans beni en azından yarı yarıya yanlışlıyor. Ezhel mikrofonu seyirciye uzatıyor, Mehmet önce tom’lara sonra snare’a ve zillere vuruyor. Ritmi çalmaya başlarken, Aydın Mutlu ışıklarla oynamaya başlıyor ve tahmin ettiğiniz doğaçlama performansı başlıyor. Ezhel, Mehmet ve Aydın’ın öncülüğünde seyircinin de katılımıyla gerçekleşen bu 4 dakikalık performansın sonunda, kırmızı sahnenin ortasındaki Ezhel Ankara ağzıyla “Eski rockçılardan kim kaldı?!” diyerek gülüyor. Sahne dahil bütün mekan kararıyor.
“Kuğulu Park”tan sonra konser, setlistin ve Ezhel diskografisinin Almanya bölümden parçalarla devam ediyor: “Made in Turkey”den “Duman” – “AYA” – “Bir Sonraki Hayatımda Gel” arka arkaya çalıyor. Arkamızdaki sert çocuklar dışında herkes dans ediyor ama onların da keyifleri yerinde. Önce arkadaki tribüne bakıyorum, ışık onlara her vurduğunda insanları farklı şekillerde görüyorum, durmuyorlar. Sağa dönüp konuştuğum barmene bakıyorum. Post makinesine bağlı olan kablosuz cihazla uğraşırken dans etmeye devam ediyor.
Malum sebeplerden dolayı araya giren uzun süreden sonraki turnenin ilk konseri olmasına ve back vocal kullanmamasına rağmen Ezhel’in dayanıklılığına oldukça şaşırıyorum. Üstelik sahnede her zamanki kadar hareketli. Bu bir RPG oyunu olsaydı, XP’nin “Endurance” yeteneklerine basıldığını düşünebilirdiniz. Şarkı aralarında ter içinde soluklanırken sahnede olmanın ne kadar yorucu bir şey olduğunu bir kez daha anlıyorsunuz. Birkaç verse’ü okurken MC olarak ifadesi değişiyor ama sorun değil; bu oldukça normal, icranın doğasında olan bir şey hem zaten eğlendiği belli, performansı iyi, keyfini çıkarıyor.
“Paspartu”nun beat’i duyulduğunda Ezhel sahnenin ortasındaki monitörlerin arasında eğilmiş halde. Işıklar değişiyor: Artz ve Bugy taglerinin ardından, Ezhel Bugy’nin tag’ini tekrarlıyor ve “Allah’ına kurban!” diyor, sahne tamamen mavi. Önce Ezhel’den sonra Mahzuni Şerif’ten aynı cümleyi duyuyoruz: “Ey! Dostlarım benim!” Mehmet’in performansının özellikle bu türden sözlere ve müziğe sahip parçaların voltajını nasıl yükselttiğine bir kez daha şahit oluyoruz. Sıkı bir davulcu olduğunu anlamak zor değil ama özellikle sert tuşelere, hızlı ataklara izin veren sekanslarda performansa kattığı ivmeyi görmek ayrıca keyif veriyor.
Finale yaklaştığımızın farkındayım. O an setlist’in beni üzmediğini düşünüyorum. Bence hem sanatçıyı hem seyirciyi rahat ettirecek kadar iyi kurgulanmıştı; her bir bölüm kendi içerisinde bütünlüklüydü. Ekstra bir kaç parça daha beklediğim doğru ama sorun etmiyorum, daha önce dinlediklerimi bu geceye sayıyorum.
Jordan – Pippen – Rodman ya da Van Basten – Gullit – Rijkaard
Son şarkı: Tabii ki “Kazıdık Tırnaklarla”
Enerji sahneden seyirciye, seyirciden salonun her tarafına yayılıyor. Şarkı sonunda Bugy ve Artz riser’dan inip sahne önüne geliyor. Ekip, hep bildiğimiz şekilde kol kola seyirciyi selamlıyor, herhalde KOVL’e ait en ikonik imaj bu olsa gerek. Jordan – Pippen – Rodman ya da Van Basten – Gullit – Rijkaard gibi.
Bu üçlünün neleri değiştirdiğini ve aynı anda hayatlarının nasıl değiştiğini konuşmaya artık gerek olduğunu sanmıyorum; bir sonraki aşamadayız. Sizce uğraştıkları diğer şeyleri konuşmaya gerek var mı? Bireyler, arkadaşlar arasındaki özel meseleleri konuşmak ne doğru ne ahlaklı, hiç birimizi ilgilendirmiyor. Üslubu düzgün eleştiriler de zaten herkesin kabulü, önemli olan diyalog kurabilmek. Geriye kalanlar ise, herkesçe malum, sayısız absürt durum, farklı niyetli saldırılar… Bütün bunlara karşın KOVL’in cevabı her zaman aynı şekilde oldu: Üretmek. Yaptıkları işi kendi istedikleri gibi, olabilecek en iyi şekilde yapıp kenara çekildiler. Çok konuşmadan, iş üretiyorlar. Hep böyle oldu, hala aynısı yapıyorlar. Gerçekten çabalayan, bütün gücüyle üreten ve çok iyi işler ortaya koyan pek çok sanatçı var ama aklıma hala aynı soru geliyor: “O infilak anından sonra kaç kişi aynı şekilde üretmeye, ötesine geçmeye çalışır?” Cevabı bilmiyorum. Rick Rubin, bu sene yayınlanan “The Creative Act: A Way of Being” isimli kitabında, sıklıkla ‘kendi kendinle olan mücadelenin’ öneminden bahseder. Kitabın bir yerinde duruma uygun şöyle bir şey yazıyor: “Azamet anında bile durmayın. Ötesine geçmeye cüret edin.” Bu herhalde sadece sanatın alanına girmiyor, belli ki gayet kişisel bir durum.
Şartlar ve imkanlar potansiyelinizi göstermeye engel olabilir ama kim olduğunuzu pek değiştirmez bence. Bu adamlar musikişinas, marşa basmaları için müziğin kendisi yeterli büyük ihtimalle. Mesela; Ezhel’i küçük bir mekanda veya sokak dinlediniz mi bilmiyorum, ben ikisini de gördüm; ‘bir müzisyen olarak’ arena sahnesindeki ‘yıldızdan’ pek bir farkı yok aslında ya da Bugy ve Artz bugüne kadar kimlerle neler yaptılar? Bir pazar sabahı Bugy’nin stüdyosundan attığı Instagram storysi bile çok basit bir örnek; gözükene göre ya o saatte kalkıp stüdyoda çalışıyor ya da zaten o saate kadar uyumadan çalışmış. Kalıplara, etiketlere takılmadan kendilerini tatmin edecek yeni şeyler denemeye devam ediyorlar, gelecekte neler yapacaklarını merak ediyorum.
Ekip seyirciyi, seyirci ekibi alkışlarken, sahneye bir demet çiçek atılıyor. Ezhel çiçeği yerden alıp tekrar seyirciye gönderip, gülüyor. Mehmet setin başından kalkarken, Bugy ve Artz elleriyle son bir kez seyirciye selam verip geldikleri yerden sahneyi terk ediyorlar. Ezhel, “Sağ olun bizden bu kadar. Görüşmek üzere, her şey için teşekkürler!” diyerek son anonsunu yapıyor ve eğilip mikrofonu yere bırakıyor. Demetten kopan ve hala yerde olan iki çiçeği alıp seyirciye göstererek ekibi takip edip sahneden iniyor. Işıklar yine kapanıyor.
Tabii ki herkes alkışlar, bağrışmalar ve “Ezhel! Ezhel!” sloganları ile bis istiyor. Işıklar hızlı şekilde tekrar tekrar açılıp kapanıyor. Sahne, mekana ilk girdiğimiz haline döndüğünde riser’ın üzerinde, Artz ve Bugy’nin setinin başında Alp Okçu’nun silüetini görüyoruz. KOVL ekibinin sahnesini bilenler için, bu görüntü büyük ihtimalle gösterinin bittiğini işaret eden andır. Alp Okçu setup’ı toplarken, salonu aydınlatan ışıklar tamamen yanıyor. Güvenlik görevlileri kitleyi çıkışa doğru yönlendiriyor. Suratı asık biri görmüyoruz; herkes gülüyor, mutlular. Türkiye’den konsere gelen insanları görüyoruz. Bir kısmıyla bir sonraki günün öğleninde aynı uçakla döneceğiz. Son turnenin Münih konserine göre Türkiye’den gelen daha fazla insan var. Burada iki şehir arasındaki turistlik farkı da gözetmek gerekiyor tabii ki ama yine de oransal olarak baya fazlalar.
Gecenin Sonu ve Absürt Bir Tesadüf
Seyircilerin bir kısmı çıkıştaki kalabalığın dağılmasını beklerken, sahne arkasındayız. Hoş bir karşılama ve sarılmaların ardından, ilerliyoruz. Ekiple selamlaşıp, karşılıklı teşekkürlerimizi ettikten sonra büyük kısmı özel kalacak sohbetler başlıyor. Artz ve Bugy’nin tavrı her zaman hoşumuza gitmiştir; içten ama mesafeli, güzel bir tondan, sevdiğimiz bir yerden. Aydın Mutlu ile iş bölümü ve prodüksiyona dair birşeyler konuşuyoruz. İpek İpekçioğlu geldiğinde, VW Arena’da Ben Böhmer’den önceki performansından bahsediyoruz. “Orada mıydınız?” diyerek şaşırıyor. Müziğindeki Doğu öğelerinden ve elektronik müziği keşfetme sürecimizden konuşuyoruz. Bu noktada hikayeyi ileriye, oradaki son 1-2 dakikamıza sarmalıyım. Öncekine göre daha da sakinleşen mekanda Zeynep koluna yazdırdığı cümleyi gösteriyor: “Zihnimiz Özgür”. Vedalaşmadan önce yine Zeynep “Eğer sizin için sorun olmayacaksa bu kez bir fotoğraf çektirebilir miyiz?” diyor. Cevap içten: “Tabii ki.” Neredeyse olmayan ışığı karşımıza alıp yanyana diziliyoruz. Ulya Hanım, “Zeynep! Zeynep!” diye seslenip, Ezhel’in sahneden alıp ona verdiği biri kırmızı diğeri beyaz iki çiçeği uzatıyor. Birkaç poz daha… Vedalaşırken yine karşılıklı olarak teşekkürlerimizi iletip, sarılıyoruz. O an orada kalan birkaç kişi de en az seyirci kadar gülümsüyor, herkes keyifli.
Mekandan maceralı çıkışımızın ardından, başka bir tesadüf daha yaşıyoruz. Neukölln’ün merkez bölgesine doğru yürürken, dönüp dolaşıp gecenin sonunda Zeynep’in elinde olan çiçekleri oraya getiren kişiyle tanışıyoruz. 6 ay önce Leipzig’e yerleşen Tunahan, 29 Ekim’e denk gelen konser için Berlin’de, kırmızı – beyaz çiçeklerin sebebi de tam olarak bu tarihten dolayı. Tesadüfün şaşkınlığından sonra tanışıyoruz. Gecenin devamı için onu da davet ediyoruz. Yürürken konuşuyoruz, her şey olması gerektiği kadar iyi, o da geceyi yaşayan diğerleri kadar memnun.
Orası ile Burasının Farkı
Venue çalışanlarının tavrı ve Avrupalı seyirci buradakinden farklı. Daha önceki deneyimlerimizdeki gibi bu mekanda da çalışan herkes oldukça yardımsever. Her şeyden önce salonu dolduran misafirlere ve sanatçılara saygı duyuyorlar. Türkiye’de bir kaç venue haricinde, güvenlikten bar çalışanlarına kadar geceyi mahvedecek genel asabiyeti, zaman zaman iş bilmezlik veya saygısız tutumu burada görmüyorsunuz. En azından burada alıştığımız şeyler orada norm değil. Alanlar oldukça belli, mesafeler gayet yerli yerinde.
Seyirciler için de iyi ya da kötü diyemem, sadece farklı. Aslında buna da şaşırmamak gerekiyor hem kültürel farklılıklar hem geçmişe dönük başka bağlantılarımız var. Japonlar oturma düzeni içerisinde metal dinleyebilir ama aynı grup Arjantin’de tezahüratlar arasında holigan seyircilere çalar, fark böyle bir şey.