Grafitinin ve sokak sanatının ülkemizdeki öncüsü Tunç “Turbo” Dindaş kayitdisi.co’da! Sanatçı ile 12 Kasım’a kadar Brieflytart’ta sergilenecek “İstanbul” başlıklı yeni kişisel sergisinden, metropol ile olan ilişkisine; Turbo’nun 35. yılını kutladığı kitabı “Graffiti Book”tan, scener geçmişine kadar merak ettiklerimiz hakkında söyleştik. İstanbul’un kaosunun yaptıklarını etkilediğini söyleyen sanatçı, “İstanbul’da dünya şehirlerinde olmayan zaman katmanları var. Ben eskiden günümüze hatta gelecekten örnekler olan eserler yapıyorum. Aralarda kaybolmuş değerlerin imgelerini de kullanıyorum.” diyor.
7. İstanbul Bienali kapsamında, Brieflyart’ta ziyaretçileriyle buluşacak yeni serginiz “İstanbul” 4 Ekim’de açılıyor. Bize serginiz hakkında biraz bilgi verebilir misiniz?
İstanbul’un kaosu aslında yaptıklarımı çok etkiliyor. İstanbul’un hızı, karışıklığı ve zaman boyutları inanılmaz. Roma döneminden, Osmanlı’dan kalma bir yapının önünde son model bir arabayı görmek bana zaman katmanlarının karışmışlık hissini veriyor. Bir yandan reklam imgelerini devamlı görmek tam bir görsel şok yaratıyor. Sergimin ana teması yerüstü, deniz altı ve İstanbul’un zaman katmanları.
Çoğu kişinin bildiği gibi graffiti kökenli olmanıza, bir writer olmanıza rağmen biraz daha yakından takip edenler sizin komple bir görsel sanatçı olduğunuzu gayet iyi biliyorlar. Bu sergide daha önceki çalışmalarınızı görebilecek miyiz? Yoksa sergi bünyesindeki eserler, ilk defa mı gün yüzüne çıkacak? Bizleri neler bekliyor? Ayrıca 4 Ekim günü, sergi açılışında bir de performans sergileyeceksiniz. İzleyiciler için oldukça özel bir deneyim olacağını düşünüyorum.
Çoğu yeni olmakla beraber az da olsa eski işlerde var. Grafiti’den, grafiğe kadar geniş bir yelpazeye sahip sergim. Hip hop kültürünün öğelerini de barındırıyor. Performansta ise galerinin kepenkine bir Turbo graffitisi yapacağım.
Sergi tanıtımında, eserlerinize ve size atıfla İstanbul ile alakalı “heteroptik bir dil” kurduğunuz yazılmıştı. Bu oldukça ilgimi çekti çünkü hip hop kültürünün temelinde de buna benzer, bir tür “sampling” ya da referans kültürü yattığını düşünüyorum. İstanbul merkezli bir sanatçı olarak, hatta globalde “İstanbul’u temsil eden” bir sanatçı olarak şehrin şu dönemde size verdiği yeni, bugüne dair referanslar oldu mu?
Daha önce de söylediğim gibi İstanbul’da dünya şehirlerinde olmayan zaman katmanları var. Ben eskiden günümüze hatta gelecekten örnekler olan eserler yapıyorum. Aralarda kaybolmuş değerlerin imgelerini de kullanıyorum. Bu yüzden de yaptığım işler yurtdışında beğeniliyor. Sergiye gezenler birçok referansı görecekler. Küçük detaylar arasında büyük hikayeler gizli. Gerçekleri ve gizemli hikayeleri yoğrulduğu işler var.
Yukarıdaki sorularla aslında bağlantılı bir soru sormak istiyorum. Berlin, New York, Barcelona, Bristol gibi şehirlerin graffitiyle, sokak sanatıyla sıkı bağları var, açıkhava galerisi gibiler. Hatta bu şehirlerin -özellikle Berlin ve New York için- şehirdeki atmosferin kendisi hip hop zaten. Hem yerlisi olarak hem de sanatçı olarak İstanbul sizin için ne ifade ediyor? Şehir ile, bu metropol ile olan ilişkinizi merak ediyorum.
Eğer tarihine bakarsanız İstanbul çok daha eski bir metropol. Hip hop kültürü buraya daha geç geldi ama İstanbul’un dokusunu sokaktaki sanatçılarI mümkün oldukça zorluyor. İstanbulda duvarlara karşı alerjik bir problem var. Nerede boş duvar görseler önüne billboard koyuyorlar. Bazen neden hep İstanbul’u çiziyorsun diyorlar. Bunun cevabı belli ben İstanbullu bir sanatçıyım. Bu topraklardan ve beton yığınlarından besleniyorum.
Daha önce hem solo hem karma sergilerde değişik galerilerle ve küratörler ile çalıştınız. Bu serginin küratörlüğünü yapan Nilgün Yüksel ile nasıl çalıştınız peki? Sizinle çalışmanın oldukça keyifli olduğunu ama bir yanda da çok fazla eser ürettiğiniz için yorucu da olduğunu tahmin ediyorum. Sergi özelinde bu birlikteliğiniz nasıldı?
Nilgün Hanım ile çok rahat çalıştık. Neden derseniz benim ne yapmak istediğimi ve yaptığımı çok iyi çözümledi. Pek bir şey anlatmama gerek kalmadı. İşleri görünce aklımdakileri yazmıştı bile. İstanbul sergisi pandemi döneminden bugüne kadar ürettiğim işleri kapsıyor.
Birçok söyleşinizde graffitinin özünün “kaligrafik değeri olan yazılar” olduğuna vurgu yapıyorsunuz. Benim buradan anladığım şey şu; siz, tipografinin “preset” doğasına-yapısına karşı; kaligrafinin biricikliğini, sanatçının / writer’ın “stilini” savunuyorsunuz. Bahsettiğiniz “kaligrafik değer” tam olarak nedir?
Her insanın el yazısı farklıdır. Benzersizdir. Biz graffiticiler (kendimize writer diyoruz) graffitinin temel stillerini kullanarak kendi stilimizi yaratırız. İşin özünde graffiticinin stili kendi el yazısından ya da imzasından çıkar. Anlatmak istediğim kaligrafik değer bu. Eğer başka bir graffiticinin stilini kopyalıyorsanız onun bir değeri olmaz sizin için.
Çok uzun süre önce, Türkiye’nin demoscene geçmişini araştırırken başka bir scener arkadaşınızla verdiğiniz bir söyleşi ile karşılaşmıştım.* İşin doğrusu çok şaşırdığımı ve daha söyleşiyi okumadan teyit etmeye çalıştığımı hatırlıyorum 🙂 Daha derine indikçe, Zombie Boys – Bronx, dergiler, fanzinler hatta bir tane de kitap gördüm. O alan içerisinde bir tür fenomenden bahsediyorum aslında. Bir yanda bit’lere, bytle’lara sığdırılan yaratıcılık, diğer yanda sokak sanatı ve şimdi günümüzün teknolojiyle hibritleşen, iç içe gelen üretim biçimleri… Kısa sayılabilecek, bir kaç on yıllık süredeki bu dönüşüm hakkında hem sanatçı hem yaratıcı yönetmen olarak ne düşünüyorsunuz?
Ben 85’de graffitiye başladığımda sonrasın Sinclair ve Commodore Amiga bilgisayarlarını kullanmaya başladım. 80’lerin sonunda ise dönemin büyük bilgisayar dergilerinde (Commodore ve Amiga Dünyası) yazıp çizmeye başladım. O dönemdeki Amiga Dünyası dergilerinde birçok graffiti işimi görmeniz mümkün. O dönemlerde iki Crack/demo grubu kurdum. Bunlar Zombie Boys ve Bronx’du. Evet o yıllarda Amiga oyun tüyolarının yeraldığı “Oyuncunun Kitabı” adlı bir kitap çıkardım. Bazı fanzinlerde çıkardım. “Black Book” ve “İstanbul Style” gibi. Bronx grubu halen devam ediyor. Uğur “Vigo” Özyılmazel halen o işi yürütüyor. Ben graffiti stilimi yaptığım işlere bulaştırdım. O sayede reklam filmleri ve video klipler de yaptım. Graffiti zaten tüm sanat tarzlarını kullanabileceğiniz bir platform bence.
2020 yılında Rafineri ile birlikte “Graffiti Book” isimli bir çalışmaya imza attınız. İtiraf etmem gerekirse, ara ara websitesine girip hayranlıkla bakıyorum. Hazır sizinle iletişim kurabilmişken, bu kitabı – bu çalışmayı da sormak istiyorum. Sizin tarihçenizi taçlandıran çılgın bir fikir, çılgın bir uygulama. Bu proje nasıl hayata geçti?
Graffiti Book kitabı zaten sergide yer alıyor. Çok farklı bir kitap oldu. Zaten iki Kristal Elma ve bir Felis ödülü aldı. Eğer pandemi olmasaydı Cannes’a da gidiyordu. Teklif Rafineri Ajans’dan Aybars Gürlü’den geldi. Grafiti hayatımın tam 35. yılına denk geliyordu. Aybars’ın aklına gelmiş böyle bir dönem projesi yapmış. Daha önce Rafineri ile Turkcell reklam videoları yapıyorduk. Daha sonra Emre Onacak ve Selim Burunkaya’nın katılması ile 3 kişilik bir ekiple yapıldı. Diorama tekniği ile sayfalar hazırlandı ve UV tekniği ile graffitiler üzerine basıldı.
Türkiye’de olmayan bir çok şeyi ilk olduran kişisiniz. Olmayan bir kültürü buraya taşımak, insanları birleştirmek, bir ‘scene’ oluşturmak.. Bunlar gerçekten ifade etmesi, açıklaması zor şeyler. İçeriğinin çoğu bizi ilgilendirmeyen Blue Jean’i alma sebebi de, 2 buçuk sene önce aramızdan ayrılan sevgili Çağlan Tekil ve sizdiniz. Geriye dönüp bakınca, olan bütün o her şey, yaptıklarınız, size ne düşündürüyor? Ne hissettiriyor? Gördüğüm kadarıyla geçmişin romantize edilip elinizi kolunuzu bağlamasına hiç izin vermeden, üretmeye – sonraki adımı atmaya devam ediyorsunuz.
Blue Jean hikayesini birçok röportajımda okunabilir ben burda işin arkaplanını açıklamasam daha doğru olur diye düşünüyorum. Ben hep Türkiye’de gençlerin hobilerinin olmamasına şaşırmışımdır. Bir şeylerin scene’i olmasını istedim. İlk önce Amiga scene olsun diye uğraştım. Başarılı oldum da. Cartel’in ’95’te gelmesi ile Türkiye’de hip hop kültürünün olabileceğine inandım ve kopuk olan kitleyi bir araya getirmek için Blue Jean’de hip hop sayfaları hazırlamaya başladım. Türkçe rap’in Türkiye de kilometre taşı olan “Yeraltı Operasyonu”nu çıkardım. Geriye bakınca bazı şeyleri beğenmesem de birçok gence ilham kaynağı olmam tek sevindiğim nokta.
Son söz tabii ki sizde, vakit ayırdığınız ve sorularımızı cevapladığınız için çok teşekkür ederiz. Bizim için oldukça özeldi. Eklemek istediğiniz bir şey var mı acaba?
Beni takip etmek isteyenler @tuncdindas Instagram hesabım, ayrıca @tuncdindas Twitter hesabımdan ise komik muhabbetlere dahil olabilirler. www.tuncdindas.com siteme de göz atmayı unutmayın. Güzel sorular için teşekkür ederim. Tüm Kayıt Dışı ekibine selamlar.
Bu gönderiyi Instagram’da gör
[*] Bahsi geçen söyleşi, Deniz Can Çelik'in, 2008'deki 7D8 demo partisinde Tunç Dindaş ve cevapta adı geçen Uğur “Vigo” Özyılmazel ile beraber yaptığı söyleşidir. O dönem İTÜ bünyesindeki bir websitesi üzerinden eriştiğimi hatırlıyorum ancak daha sonra sanırım taşınmış. Bütün bir arşiv www.sadecebirmuze.com'da ulaşılabilir halde. Eğer Türkiye'deki demoscene geçmişiyle ilgili bir şeyler okumak isterseniz Sadece Bir Müze'ye bakmanızı dostane şekilde tavsiye ederim.