Müziğiyle bizleri her zaman tesiri altına alan Nilipek. ile geçtiğimiz günlerde verdiği Zorlu PSM %100 Studio konserinin ardından söyleştik. Görünen yüzünü yaptıkları üzerine kurmaya çaba sarf ettiğini söyleyen sanatçı, Oscar Anton ile yaptıkları parçayı, gelecek planlarını, Ağustos ayında yayınlanacak yeni parçası “Vazgeçtim”i ve çok daha fazlasını Kayıt Dışı’na anlattı.
Yakın geçmişten başlamak istiyorum. Albümler, mektuplar, live sessionlar, tekliler ve nihayetinde Oscar Anton ile yaptığınız iş birliği. Her şeyden önce şunu söylemek istiyorum; Anton ile yaptığınız şey çok organik tınlıyor. İtiraf etmek gerekirse böylesi birlikteliklere karşı kıramadığım bir önyargım oluyor. Sanki her şey bir şekilde zaten planlanmış ve sanatçılardan birine alan bırakılmamış gibi düşünüyorum. Ama dinleyince anladım ki bu öyle bir şey değildi. En nihayetinde hem Oscar Anton hem de siz her şeyin ne kadar kendiliğinden geliştiğini anlattınız. Sizin açınızdan keyifli ve zorlayıcı yanları nasıldı? Yeni tanıştığınız bir müzisyenle üretmek eminim hem zorlayıcı hem öğretici hem de keyiflidir.
Oscar ile yaptığımız şarkının organik tınlamasının en büyük sebebi sanırım bahsettiğiniz o durumun hiç olmamasıydı; müziğe dair hiçbir şey planlanmış değildi gerçekten de. Yani planlanmış olan tek şey kaçta nerede buluşacağımızdı. Biraz tedirginlik ve bolca heyecan vardı işin içinde, çünkü uzun zamandır ilk defa hiç tanımadığım biriyle müzik yapacaktım ama zaten daha kapıdan girer girmez Oscar, “Şarkı yapmamıza gerek yok, ben tanışmak, muhabbet etmek için buradayım.” dedi. Öyle olunca her şey aktı zaten.
Benim için tek zor şey Oscar’ın yoğunluğu ve iş yapma/yetiştirme/planlama süreçlerimizdeki farklılıklar oldu, eminim o da bir şeyde zorlandıysa bu olmuştur. Ama çok şey öğrendim diyebilirim. Zaten iki taraf da iyi niyetle ve belli bir disiplinle yaklaşınca bu tarz farklılıklar hızlıca çözüme ulaşıyor.
Sözlerinizin, müziğinizin ve sesinizin/tavrınızın çekici bir karanlığı olduğunu düşünüyorum. Nilipek.’i biricik yapan unsurlardan biri bence bu; sahici ama rahatlatıcı bir karanlık var. Kesinlikle “habis” değil – buna ‘hüzün’ de diyemem ama pek tarif edemediğim bir yeri işgal ediyor. Üreticisi olarak sizin hisleriniz ve düşünceniz nedir bilmiyorum ama benim için bir şekilde ‘kendiliğinden minör’ sanki.
Sanatçıdan eserlerini, üslubunu yorumlamasını istemek saçma belki ama sizce bunu düşünmemin sebebi ne olabilir? Bu sadece dinleyici olarak benimle mi alakalı? Yoksa siz de kendinizle alakalı benzer fikirlere sahip misiniz?
Hmm, bilmiyorum ama ben de anlamaya ve açıklamaya çalışayım. Karanlığın ve hatta kötülüğün insan ruhuna içkin olduğunu, daha iyi bir insan olmanın da onu bastırmak yerine önce kabul edip üzerine çalışmaktan geçtiğini düşünüyorum. İnkarın kimseye bir faydası yok, hiçbirimiz karanlıktan azade değiliz. Duygular da çok farklı değil bundan; her duygu bambaşka duygularla, bazen karşıtıyla bir arada ve karşıtı sayesinde var. Tamamen mutluluk peşinde koşmak mutsuzluğu yok etmiyor, dengeyi bulmak, arada bir mutsuz olmayı, kızmayı, canımızın sıkılmasını kabul etmek lazım ki bizi mutsuz eden şeylerle ilgili bir şeyler yapabilelim. Aslında üslubumun temelini de sanırım bu kabuller oluşturuyor. Bir şarkı oluşurken de hem sözde hem müzikte hem de düzenlemede bu temeller üzerine yükseliyor.
Müziğinizi her dinlediğimde bir an için, duyduğum aranjeyi kendi kendime değiştirdiğimi farkediyorum. Bence remix’e, yeniden düzenlemeye, “dönüşüme” çok açık bir müzik üretiyorsunuz -ki bu da nev-i şahsına münhasır bir şey. Bu şahsi görüşün yanında, düzenleme ve stüdyo aşamasında da çok emek harcadığınızı biliyorum. Gösterdiğiniz özenin ötesinde, kendinizde ‘eseri terk edememe’ durumu gözlemliyor musunuz? Bir albümü, şarkıyı, projeyi tam anlamıyla “bitirebilmek” mümkün mü?
Eseri terk edememeyi asla yaşamıyorum ama bu zaten asla tam olarak bitmeyeceğini bilmekten kaynaklanıyor. O yüzden de şarkıları yayınladıktan ya da terk ettikten sonra bizzat ben habire başka bir şeye dönüştürüyorum. Gruptan çıkan, gruba giren her insanla, her provada, her konserde, yavaş yavaş da olsa şarkılar adım adım değişiyor, bu bence çok eğlenceli ve heyecan verici bir şey. Bir insanın diğer insanlarla karşılaştıkça, yaşadıkça, tökezleyip düştükçe ya da başına iyi şeyler geldikçe değişmesi gibi, yaşam gibi. Şarkıların da yaşamları var gibi.
Ayrıca eğer remix’e, yeniden düzenlemeye açıksa şarkılar bu ne güzel bir durumdur, ne hoştur. Nasıl ki benim hikayemden yola çıkan sözlerin başka hayatlarda başka hikayelere yapışması gibi, birilerinin “Ben bu hikayeyi aslında müzikal olarak böyle anlatırdım” demesi de aynı derecede gurur verici. Yani “Bu müthiş bi düzenleme, daha iyisi yapılamaz, o yüzden aynısını yapayım” yerine bir müzisyenin ya da dinleyicinin “Ben bunun daha iyisini, ya da daha farklısını yaparım” demesi, nasıl anlatabilirim, bana çok ilham veriyor galiba. Çünkü müzik için buradayız, daha da iyi müzik yapmak için buradayız. “Ben en iyisini yaptım” demek çok gerçekçi değil, ama başka bir müzisyenin oradan ilham alıp o şarkıyı bir şeye dönüştürmesi (ya da yeni bir şarkı yapması) “Ben müziğin bir yere gitmesine katkı sağladım, bir yerine dokundum” hissi veriyor.
Zorlu PSM konserine gelmek istiyorum. Konser öncesi paylaşımlarınızdan heyecanınız oldukça hissediliyordu. Bir sahne, siz ve arkadaşlarınız, seyirciler, aranjelerde değişiklikler, henüz yayınlanmamış bir şarkı ve evet, Nilipek. Zorlu PSM %100 Studio sahnesinde! Konser nasıl geçti? Nasıl bir geceydi?
Konser müthişti. Yeni düzenlemeleri aslında bir iki sahnede denemiştik ama hem görsel dünyasını hem de sound’u bu kadar kontrol edebildiğimiz, baştan sona bir hikaye anlatabildiğimiz ilk konser oldu. Tam kadro konserlerin zaten hissiyatı çok farklı; ozanlık hissini, gitarımı alıp oraya buraya gitmeyi sevsem de aslen grup müziğinde yoğruldum ve hep onu, gruba güvenmeyi, yaslanmayı, grupta kaybolmayı arıyorum. Bu bir de iyi bir sahne, iyi bir ses sistemi, iyi bir ışıkla birleşince bambaşka bir şey oluyor. Tüm bunlara ek olarak çaldığımız her şarkıya eşlik eden müthiş bir izleyici vardı Zorlu’da. Konserden sonra iki üç gün hem grup arkadaşlarımla hem de bazı izleyicilerle konseri konuştuk romantik romantik, telefonu kapatamayan sevgililer gibi olduk. Böyle konserler insana neden müzik yaptığını tekrar hatırlıyor.
%100 Studio sahnesinde Ağustos ayında yayınlayacağınız Vazgeçtim‘i de çaldınız. İlk tepkileri doğrudan görmek nasıl bir histi? Şarkı hakkında bize ne söyleyebilirsiniz? Açıkçası oldukça merak ediyoruz. Yakın gelecekteki planlarınız neler peki? Konser dışında yayınlanmayı, kaydedilmeyi bekleyen parçalar var mı?
Şarkıyı ilk defa çaldık ve ikinci nakaratını artık izleyiciyle beraber söylüyorduk, bu o kadar acayip bir histi ki! Şarkı tam olarak vazgeçme umursamazlığını anlatan, böyle ayaklar suyun içinde dans ettiren bir şarkı. Taner Yücel’in bestesinin üzerine eklendik gibi oldu; Berkay davulları çaldı, Can gitarları ve tuşluları, ben de sözlerini yazıp ve vokallerini yaptım. Böyle doksanlar alternatifine dokunan ama daha zamansız tınlayan bir şarkı oldu.
Yakın geleceğe dair iki ayrı planım var; biri arabayla çıkacağımız bir Avrupa turnesi, diğeri de stüdyoya girip yeni şarkıları düzenlemeye başlamak. Çok fazla şarkı birikti, bu sefer düzenleme sürecini birazcık daha farklı geçirmeyi planlıyorum ve epey heyecanlıyım. Belki albüm süreci biraz daha uzun bir süreye yayılabilir bu sefer, belki tek tek şarkılar yayınlarım, henüz bilmiyorum ama önce şarkılarla biraz vakit geçireceğim çünkü çok özledim.
Yanlış hatırlamıyorsam, geçmişte medya psikolojisi üzerine akademik çalışmalarınız oldu ve ‘PSM ile Soru & Cevap’ serisinde Guy Debord alıntısı yaptığınızı görmüştüm. Debord uzun aralıklarla dönüp okuduğum biridir, bir ‘medyapunk olmak’ için elinde her türlü imkan vardı gibi gelir. Kendi kendime hep şu konuşmayı yaparım:
“Onun sayesinde, bütün bu çağı özetleyebilirsin: “Görünen şey iyidir; iyi olan görünür.” Eğer geldiğin (alt)kültür sana “kendin olmanın büyük erdeminden” bahsediyorsa ve sen gösterinin ortasındaysan ne yapmalısın? İstenen şey ‘edilgen durumunu’ kabullenmek midir?”
Bunu Debord’un yazdığı bağlamın biraz daha dışına çıkararak, bağımsız bir müzisyen olarak size sormak istiyorum: Bu kadar büyük bir gösterinin arasında, özensiz olmadan, vasatlaşmadan, erkinliğinizi koruyan otonom bölgenizi yaratmak konusundaki inadınızı nasıl canlı tutuyorsunuz? Sadece bu alanda değil, hayatın bütününde birçok şey edilgen olmaya zorlarken size devam etme gücünü veren ne oluyor?
Mümkün mertebe sevdiğim işleri istediğim şekilde yapmaya odaklanıyorum ve gerisini çok düşünmemeye, daha doğrusu işin kendisine karıştırmamaya çalışıyorum. Her şeyi kendim üstlendiğim için bana karışan hiç kimse yok ama pazardan bağımsız değilim, bu da aslında çok kafa karıştırabilen bir şey. Ödün vermek zorunda kaldığım şeylerin müziğin kendisi olmaması için elimden geleni yapıyorum. Biraz da bilinçli olarak merkezden ziyade çeperde kalıyorum, çok görünür olmaktansa biraz saklanıyorum, daha özgür hissettiriyor bana.
Yani aslında dengeyi içime sinmeyen şeyi yapmayarak sağlamaya çalışıyorum. Yaparken eğlendiğim şeyleri de çok dert etmiyorum. İmaj dediğimiz şeyi ya da görünen yüzümü görüntüler değil yaptıklarım üzerine kurmaya çaba sarf ediyorum; ortaya koyduğum her şey ve tüm iş yapma sürecim ne olmak ve ne anlatmak istediğimin bir izdüşümü gibi oluyor.
Nasıl tarif edilir bilmiyorum ama müziğiniz oldukça ‘görsel’ bence -hatta ‘sinematik’. Bununla beraber, fotoğrafa ve resme karşı olan ilginizi de biliyorum. Bu konuda merak ettiğim çok şey açıkçası ama öncelikle şunu sormak istiyorum: ileride sınırlı sayıda da olsa, bir albümüzün, içinde fotoğrafların, çizimlerin veya baskıların olduğunu özel fiziksel edisyonlarını basmayı düşünüyor musunuz? İşin maddi tarafını bir kenara bırakırsak, bence bu türden bir şey tam Nilipek. işi olurdu!
Bunu romantik bir yerden çok çok istiyorum ben de, müziğin fiziksel dünyasını da kurgulamak aslında yapıtı tamamlar gibi geliyor ama hislerim çok karışık. Devreye kurlar, vergiler, müzik tüketimindeki alışkanlıklar, dinleyicilerin ekonomik durumu gibi faktörler giriyor. Bir yandan da zamanında üretilmiş ama belki de hiç dinlenmemiş ya da dinlenip bir kenara atılmış milyonlarca fiziksel ürünü düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum.
Nilipek.’i Micheal Gira ya da Philip H. Anselmo gibi müzisyenlerle dinlemeyi çok isterdim. Yukarıda bahsettiğim, ‘kendiliğinden minörlük’ bu türden müzisyenlerle birleşince ne olurdu acaba? Her şeye rağmen konformizmden vazgeçebilecek biri gibisiniz. Arasında dolaştığınız ‘janrlara’ çok uzak sanatçılarla çalışmak ister miydiniz? Sizi buna ikna edecek şey ne olurdu?
Tabii ki isterdim, kontrastlar, farklılıkların bir arada olması her zaman hoşuma gidiyor. İkna etmek için gerekli olan şey iyi bir şarkı olurdu sanırım:)
Sona gelmeden önce, eğer cevaplamak isterseniz kısa birkaç soru ile devam etmek istiyorum.
* Mutfak konusuna ilgili olduğunuzu biliyorum. Bir akşam, birkaç kişi ile masadayız. Yer – zaman ve kadro konusu size bağlı. Ana yemek ve içki ne olurdu?
Ana yemek kendim sıfırdan yaptığım iyi bir makarna ya da lazanya olurdu; bu hamur işlerinin insanı güvende hissettiren bir tarafı var. İçecek olarak da şarap sanırım, bugün böyle denk geldi. Başka bir gün olsa minik minik tırtıklanacak birkaç çeşit meze ve zeytinyağlı, yanında da rakı diyebilirdim. Sofra kuracaksam ikisinden biri olurdu.
* Yine o gecede çekeceğiniz fotoğraflar için, bir kamera ve film seçecek olsanız neleri seçerdiniz?
Mamiya MSX500 ile standart bir Ilford Pan 400 gecenin “Öf ne güzeldi be” diyeceğimiz fotoğrafları için, Kodak KB10 ve Fujifilm 200 de maymun olduğumuz anların fotoğrafları için. Surata flaş patlatmalı.
* İki gezegenin çarpıştığı bir sahne için seçtiğiniz soundtrack ne olurdu? Tükettiğiniz kültür ürünlerini de merak ediyoruz; favori korku/gerilim ve çizgi filmlerinizi öğrenebilir miyiz?
Korku/gerilim pek izlemiyorum. Çizgi filmde dizi olarak Rocko’s Modern Life ve Freakazoid’in yeri bende ayrıdır. Yetişkinlikte Futurama çok yer kapladı. Film olarak da Disney külliyatından zor bir seçim yapıp Herkül diyeceğim sanırım; inanılmaz bir soundtrack’i var, hem Türkçe çevirisinde hem de orijinalinde, bir de tatlı bir mizah var film boyunca.