#oğuzcanpelitkayitdisi.co’da
Arşivi biraz karıştırınca, kendisiyle olan tanışıklığımız çok eskiye uzandığını fark ettik. Zaten uzun süredir kendisinin işlerini Behance’da takip ediyorduk. 10 seneye yaklaşan profesyonel kariyer, onlarca marka, reklam sektöründe sanat yönetmenliği sonrasında müzik sektöründe yaratıcı görsel tasarım… 2021’i bitirmek üzereyken şunu rahatça söyleyebiliriz: “Bu yıl onun yılıydı.”
“İşin Mutfağı” adını verdiğiniz bir söyleşi serisine ilk kimi konuk etmek isterdiniz? Kendisi, daha böyle bir serinin fikri ortada yokken aklımızdaydı. İşin Mutfağı’nın ilk bölümünde Oğuzcan Pelit ile merak ettiklerimizin ufak bir kısmını; ürettiği işleri, Baco Studio’yu, müzik sektörüne girişini, nasıl çalıştığını ve biraz daha fazlasını konuştuk! Keyifle okumanızı dileriz.
Uzun süredir, reklam sektöründe sanat yönetmeni olarak çalışıyorsunuz. Temelde yapılan iş benzer olsa da eminim dinamiklerin nüansları birbirlerinden farklıdır. Sizi müzik sektörüne yönelten ne oldu? Bu alanda nasıl proje üretmeye başladınız?
Yaklaşık 10 senedir birçok marka ve kampanya için çok fazla efor harcadım, sonu gelmeyen istek ve soruna çözüm üretmeye çalıştım. Bu 10 senelik süreçte sıklıkla kendime oyun alanı açmaya çalıştım, çünkü reklam sektöründe her ne kadar kendinden bir fikir katmaya çalışsan da markaların belli endişeleri ve kurallarıyla çarpışma durumu var. İşin ismi sanat yönetmenliği de olsa aslında çoğu zaman bir sanatı/projeyi yönetmek yerine program kullanmayı bilen bir operatör gibi hissediyordum. Müzik sektörüne geçiş de aslında bu hislerden kaçarken kendim için tasarımlar ürettiğim @bacostudio_ sayesinde oldu diyebilirim. Burada kafamı dağıtmak için ürettiğim işlerle dikkat çekmeye başladıktan sonra, benim de yıllardır severek dinlediğim bir sanatçı olan Melike Şahin’in bana ulaşmasıyla bu sektöre adımımı atmış oldum.
Peter Saville ve Peter Blake gibi önemli tasarımcılar, dijitalleşme ile birlikte albüm kapaklarının ve artwork’lerinin öldüğüne dair fikirlerini paylaşmışlardı. Keza bir kaç kitap karıştırınca bu konuda aynı fikirde olan başka insanlar olduğu da görülüyor. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Kreatif süreci işletirken, bir konsept yaratmaya mı odaklanıyorsunuz? Yoksa fikrin/görselin çıkış noktası diğer görselleri/materyalleri de ister istemez ortaya çıkarıyor mu?
Aslında bu düşünceye şu anlamda katılabilirim, artık hepimiz bazı şeylere çok çabuk erişip hemen tüketip bir sonrakine geçiyoruz. Örneğin, eskiden CD almaya gittiğimizde işi elimize alıp sağına soluna bakıp işle direkt iletişime geçebiliyorduk. Daha albümü dinlemeden kapak bize fikir veriyordu, heyecanlandırıyordu. Bu illa albüm olmak zorunda değil, eskiden bilgisayar oyunu satın aldığımda eve varana kadar oyunun kapağına bakmadan duramazdım. Her yerine bakıp “Acaba nasıl bi şey çıkacak ya?” diye heyecanlanırdım. Genelde kapak oyundan daha güzel olurdu ama bu fiziksel temas gerçekten çok hoşuma giderdi. Durum tamamen dijitale döndüğünde de benim için bu his majör olarak değişmedi. Ben hala görsellerine bakıp “Çok iddialı gözüküyor bi’ bakayım” diyorum. Bir ara da sürekli Behance üzerinde arama kısmına Movie Keyart yazıp posterini beğendiğim filmleri izliyordum mesela. Kendi işlerimde de dinleyiciye aynı şeyi söyletmek için çabalıyorum. Benim için bi’ artwork’ün iyi gözükmesi kadar 10 saniyelik koyacağımız teaser da bir o kadar önemli. Aslında bir müzisyenle iş birliği yaparken onun şarkısı kadar kendi tasarımımı da tease ediyorum. İnsanların “Acaba ne yaptı?” demesi hoşuma gidiyor. O yüzden sadece artwork’ü yapmak bana yetmiyor, dolayısıyla geri kalan tüm kalemleri de yarattığım konseptin altında örmek ve üretmek işi daha da çekici kılıyor.
Yaptıklarınıza hem estetik olarak kendimize yakın hissediyoruz hem de gerçekten nev-i şahsına münhasır işler üretiyorsunuz. Bir tür “kişisel imzadan” pekala söz edebiliriz. Yaratıcı tasarımcı olarak kendi tarzınızı yaratmak ne kadar önemli? Bireysel vizyonunuzu sanatçı/proje ihtiyaçlarıyla nasıl dengeliyorsunuz?
Konuştuğum tasarımcı adaylarının bana en çok yönelttiği sorulardan biri “Kendi tarzımı nasıl bulabilirim?” veya “Buna gerek var mı?” oluyor. Nasıl bulabilirim konusu bence arayıp bulunabilen bir şey değil. Bence her sanatçının kendi derdi olmalı. Bu illa derdo bir konu olmak zorunda değil, soğuk bira istemek de birinin derdi olabilir ve bu derdi nasıl çözdüğü onun tarzını belirler. Bir işe başlayıp ona kendi çözümlerinle yaklaştığında aslında istemeden kendi tarzını bulmuş oluyorsun. Tasarımcının vizyonunu ve genel duruşunu, kendi için yapmadığı işlerde de hissettirebilmesi “kişisel imza” denen olayı yaratan ve işi daha da sahiplenmesini sağlayan büyük bir etken. Bu dengeyi sağlayabilmek, karşılıklı güvenle mümkün olan bir şey. Bugüne kadar çalıştığım çoğu isim benim de tarzıma çok uygun isimler olduğu için bunu dengelemek çok rahat oldu.
Bir önceki soruyla bağlantılı şekilde; bir ajansta çalışırken, projede başka parametrenin de devreye girdiği malum; işin parçası olan başka profesyoneller ve hatta “briefler”, istekler vs. Müzik sektöründeki projelerde de eminim sanatçıların benzer istekleri, yönlendirmeleri oluyordur ancak siz bir proje üzerinde iş üretirken, ne gibi düşünce ve davranış farklılıkları yaşıyorsunuz?
Ajans işleri için aynısını söyleyemesem de müzik sektöründe çalıştığım çoğu isim açıkçası süreci biraz bana bıraktı. Aşırı net yönlendirmeleri olmaması ve beni özgür bırakmaları beni işe daha çok bağlayan bir faktör. Yolda elbette paslaşıyoruz, herkesin tamamen içine sinmesi tabii ki önemli. Mesela Ezhel’in Sakatat teklisine başladığımda, Funkadelic’in Maggot Brain plağının arka kapağındaki fotoğrafı tamamen 3D ortamda yeniden oluşturup, aynı tipografiyi kullanıp, bayıldığım bu kapağa selam çakmak istiyordum. O kapaktan farklı olarak kurukafa, bizim kokoreççilerimizin kullandığı “Afiyet olsun” kağıdına sarılı olacaktı. Draft renderlar üzerinden yaptığımız toplantıda Ezhel, kese kağıdına sarılmış kurukafayı görünce “Kağıt çok iyi! Cover bu olsun”dedi. Ben de son dokunuş olarak, üzerine kendi el yazımla Sercan Bey’i “S.Bey” olarak yazıp o sıra yaşadığım mahalle olan Merkez Mahallesi ve 1 porsiyon kurye notuyla kapağı finalize etmiş oldum.
Tabii ki iş akışınızı da oldukça merak ediyoruz. Yaratıcı süreçteki ana adımlarınız nelerdir? Genel olarak “workflow” nasıl işler?
İş akışım Netflix’te izlediğimiz tasarımcılar kadar cool değil ne yazık ki. Çekmecemdeki legolarla bi maket yapıp veya sahilde çıplak ayakla gezip fikir bulan harika insanlardan değilim. Klasörlerim çok düzenli olsa da asla düzenli bir workflow’um yok. Fikir bulmak en önemli kısım benim için. Fikir düşündüğüm dönemde evden çok uzaklaşmamaya çalışırım, çünkü fikri bulduğumda hemen masa başına geçip yapmak daha verimli oluyor. Eğer fikir kötüyse hemen öğrenmek daha iyi, yoksa yanlış bir fikrin peşinden düşünmeye devam ediyor olmak hem zaman kaybı hem de hayal kırıklığı.
Peki ilk adımı nasıl atarsınız? Müziği duyduktan sonra, ekiple yapılan bir toplantı mı iş çıkış noktasını verir? Yoksa, kafanızdaki bir tür “moodboard” oluşturmak mı size yardımcı olur?
Bir fikri bulmak için süreç benim için şu şekilde işliyor: Şarkıyı uzunca bir süre loop’ta dinliyorum ve sonrasında unutmaya çalışıyorum. Daha sonra zaten unutamayacağım birkaç laf kafama takılmış oluyor ve fikir hiç beklemediğim bir anda durduk yere geliyor. Eğer müzisyenin veya ekibin özellikle görmek istedikleri bir öğe vs. varsa, aklıma gelen fikri bu istekle yan yana koyduğumda çalışıp çalışmadığına bakıyorum. Fikir çıktıktan sonra gerisi eğlenceli kısmı, sınırsız para modunda The Sims oynar gibi istediğini yapabildiğin bi’ dünya. Moodboard istenmedikçe ben kendi açımdan gerek duymuyorum.
Çalışırken müzik dinler misiniz? Eğer öyleyse, çalışırken ne dinlemeyi tercih edersiniz? Üzerinde çalıştığınız projeye göre değişiyor mu?
Müzik hayatımda çok önemli bir yerde. Evime bir misafir geldiğinde, muhabbet ederken bile arkada illa müzik açarım. Çalışırken genelde ne dinlesem anksiyetesine düşmek istemediğim için France Inter Paris (fip.fr) radyosunu açıyorum. Sözlerine veya ritmine aşina olmadığım bi şarkı dinlemek daha çok odaklanmamı sağlıyor, hem de yeni isimler keşfetmiş oluyorum. Eğer işi kafamda tamamen çözdüysem ve artık işin detaylarına geçmişsem, tekrar tekrar çaldığım favori albümlerim şunlar oluyor: Ezhel “Müptezhel”, Radiohead “In Rainbows”, Travis Scott “Astroworld”, Fuzz “Fuzz”, King Gizzard & The Lizzard Wizard “Flying Microtonal Banana”, The Budos Band “V”, Skepta “Ignorance is Bliss”, WizKid “Made In Lagos”.
Hiç “creative block” denilen duvara çarptınız oluyor mu? Böylesi bir durumda, kesin olan deadline’lara, teslim tarihlerine yetişmek isterken, tamamen bloke olduğunuzda ne yapıyorsunuz?
Bunu bence üreten herkes yaşıyordur ama ben yaşadığımda, sanki sadece dünyada bir tek ben yaşıyormuşum gibi bir karamsarlığa düşüyorum. Yaptığım işe ne kadar profesyonel de baksam aynı zamanda bir o kadar duygusal da bakıyorum. Baya baya bağ kuruyorum diyebilirim. Kesin olan deadline’lar tam bir üretim katili ve üretkenliğin önündeki en büyük duvar. Her iş için “safe” denen yol kesin vardır, ama bu yolu tercih etmeyip daha da kurcalıyorsam ve “Çıkmıyor kafayı yiyeceğim” modundaysam, çalışma masam cenaze evine dönüyor. Derin bir yas havası, vefat ve başsağlığı… Tamamen bloke olduğumda, bu yas havasının geçmesi için beni mutlu eden her şeye başvuruyorum.
Oldukça yoğun olduğunuzu tahmin ediyoruz. Bir yandan iş ve hayat devam ediyor, öte yandan Baco Studio ve müzik sektöründeki projeleriniz devam ediyor. Sabahın çok erken bir saatinde Suadiye’de ya da Caddebostan’da çekilmiş bir story videonuzu gördüğümüzde “Aah! Evet doğru tahmin ettik herhalde. Oğuzcan Pelit, en az düşündüğümüz kadar planlı ve disipline şekilde yaşıyor” diye düşünmüştük. Gerçekten, tahmin ettiğimiz gibi rutinleriniz planlı mıdır? Ve tüm bunlara yetişmek için, aktivite ve zaman yönetimi için nasıl bir yöntem izliyorsunuz?
Ne yazık ki, sosyal medyanın manipülasyona ne kadar müsait bir yer olduğunu bir kez daha anlamış olduk.(gülüyor) Gördüğünüz story aslında benim tamamen plansızlığımı gösteren bir story. O gün yakın bir arkadaşımla sabahlayıp “Hadi sahilde scooter’a mı binsek, bu saatte nasıl oluyor acaba?” dediğimiz bir sabahtı. Spor yapan insanlara bakıp “Vay be ne hayatlar var” demiştim. Aslında çok özendiğim ve asla beceremediğim bir düzen bu. Kendi kaosumun içinde bir düzenim var elbette ama sandığınız gibi sabah sporunu yapıp güne başlayabilenlerden değilim. Son birkaç aydır haftada 2-3 gün spor yapmaya çalışıyorum, tabii üşenmezsem.
Typeface yaratmaktan, animasyona kadar “görsel dünya” ile alakalı neredeyse her alanda profesyonel projeler üretmiş biri olarak, bunu okuyacak “meslektaşlarınıza” ve aynı alanda olduğunuz insanlara ne gibi tavsiyeleriniz olur? Veya daha da özele geçersek, başlangıçtan bugüne öğrendiğiniz ve kendinize tavsiye ettiğiniz şeyler nelerdir?
Bu işe sıfırdan başladığımda yaşım gerçekten çok küçüktü. Abartısız ilkokul yıllarımda başladım diyebilirim. Başladığım günden beri etrafımda ne gördüysem nasıl yapıldığına kafa yordum. Bazen aynılarını yapmaya çalıştım veya daha farklı yorumlayarak nasıl yapıldığını çözmekle geçti çocukluğum. Yapamadığım veya bilmediğim bir alan varsa o alana girmekten hiç çekinmedim, en iyi şekilde yapamasam bile en azından ucundan da bir şeyleri başarabilmek bana hep haz verdi. 2019 yılından önce bir tane bile 3D işim yokken şu an yayınlanmış 10 tane 3D işim var. Kendimi sürekli farklı yollara sokmak, heyecanımı ilk günkü gibi tutmamı sağlıyor. Meslektaşlarıma veya bu mesleği yapacak arkadaşlara önerim de bu yönde olabilir. Bence herkes kendini sürekli yenilemeli, kendine yeni alanlar açmalı, yenilikten ve güvenli alandan çıkmaktan hiçbir zaman çekinmemeleri lazım.
@pelitoguzcan / @bacostudio_
behance.net/pelitoguzcan
[email protected]